Esra bütün gece bir o yana
bir bu yana dönmüştü. Arada kalkıp odada şöyle bir tur atmıştı. Adeta sabahı
sabah etmişti. Nihayet gün doğarken kalktı. Yüzüne çarptığı suyun verdiği
ferahlıkla “oh be” dedi. Doğruca mutfağa koştu. Çayı koydu. Bir yandan
kahvaltılıkları hazırlamaya başladı. Bayılıyordu şu çayın kokusuna. Sabah
sabah, buğu buğu tüm eve yayılmasına.
Aslında en çok da o daha yataktayken annesinin mutfakta tıkır tıkır kahvaltı hazırlarken, çayın kokusunun burnuna
gelmesini seviyordu. O sesler, o koku ona huzur veriyor; yorganın altına daha
da giriyor, sonra keyiften dört köşe oluyordu. Bu anları bir süre sonra bir
daha yaşayamayacağı aklına gelince hüzünlendi.
Mutfaktaki seslere annesi de
uyanmıştı. Annesi:
- -Kız, sabahın köründe ne gürültü bu? dedi.
- - Kahvaltıyı hazırlıyorum anne.
- - Allah Allah hangi dağda kurt öldü.
- -Erken kalktım bugün. Ben de bari kahvaltıyı
hazırlayayım dedim.
- -Uyuyamadın mı bütün gece?
- -Ne alakası var? Mışıl mışıl uyudum. Babam
kalkmadı mı daha?
- -Çoktan kalktı. Bahçede uğraşıyor. Sen git
oğlanları kaldır.
İkiz erkek kardeşlerinin
odasına girdiğinde, uyandırmadan izledi onları önce. Zaman zaman kardeşlerine
çok kızsa da, şimdi içinden “benim minik bebek suratlılarım” diyordu,
boğazındaki düğümün gözyaşı olup gözlerinden akmasına engel olamadan. Tutmuş
tutmuş, şimdi patlatmıştı gözlerinde biriken su damlacıklarını.
- - Neden ağlıyorsun dedi abla? Dedi ikizlerden
biri.
- - Yok tatlım ne ağlaması. Sizi uyandırmaya
geldim. Hadi kalkın kahvaltı hazır.
Sonra aceleyle çıktı odadan.
Babası sofraya oturmuştu bile. Suratına da yerleştirmişti o sinirli, çatık
kaşlı yüz ifadesini. Annesi her zamanki gibi bir şeyler anlatıyordu. Hayatından
gayet memnun ve sakindi. Bir ara bugün gelecek olan misafirlerden konu açacak
oldu; hemen annesinin bacağına vurup onu susturdu.
Şu an tek istediği hep
birlikte sıradan bir Cumartesi günü yaptıkları gibi kahvaltı yapmalarıydı. Kahvaltıdan
sonra babası dışarıda işlerim var diyerek çıktı. Çocuklar da dershaneye
gittiler. Artık heyecanını doyasıya yaşayabilirdi. Daha yapacak çok işi vardı.
- -Sen git yatakları topla; ben mutfağı
hallederim. Dedi annesi.
Odasına gittiğinde tekrar
yatağına yattı. Önce yuvarlandı; içinde sakladığı gülücükleri bir bir ortaya
çıkardı; zaten dudaklarının gevşemesini daha fazla durduramazdı. Sonra gitti;
elbise dolabının kapağını açtı. Aslında akşam ne giyeceği belliydi ancak yine
de eteğini, gömleğini çıkarıp bir baktı. Sonra çorap alması gerektiğini
hatırladı, kuaföre de gidecekti. Bir fön çektirse yeterdi; hafif de bir makyaj.
- - Esra, sarmanın içini hazırladım. Dedi annesi.
- -Tamam geliyorum.
Nişanın nasıl olacağından,
kimleri davet edeceklerinden, düğünün nerede yapılacağından; yemekli mi olup
olmayacağından yoksa en iyisinin nikah mı olduğundan bahsederken bir yandan da
mutfaktaki tüm hazırlıkları bitirdiler. Annesi kimse gelmeden ikramlıkları
hazırladığı için bir “oh” çekti. Zira, mutfağa kendinden ve kızından başkasının
girmesinden pek hoşlanmazdı.
Şimdi karşılıklı oturup
kahvelerini içebilirlerdi. Annesiyle içtiği kahvenin tadını başka hiçbir şey
veremezdi herhalde. Artık ardından gelecek olan koşuşturmaca, telaş için
hazırlardı. Akrabalar gelecek; her kafadan bir ses çıkacaktı. Ancak Esra,
kendisi dışındaki hazırlıklar için teslim bayrağını çekmeye karar vermişti.
Nasıl istiyorlarsa öyle yapsınlardı. Tartışmayı hiç sevmezdi; herkes uzlaşı
içinde olsundu. Ancak herkesi memnun etmek de o kadar zordu ki.
Aslında içini kaplayan
mutluluk her şeye müdahale etmek istese de, kalbindeki hüzün ağır basıyor,
babasının gözleri ile göz göze geliyor ve mutluluğunu frenliyordu. Sonra
insanın evlenmekten mutluluk duyması, heyecanını doruklarda yaşaması, ayağının
yerden kesilmesi filan ayıp şeylerdi; gizlenmesi, saklanması gereken
duygulardı. Annesinin bilinçaltına ilmek
ilmek işlediği bu duygularla Esra, evliliğe giden yolda ilk adımı atmasına
eşlik etmek üzere gelen misafirleri karşılamaya başladı.
“Damadın kahvesine tuz
koydunuz mu?” diye sordu kuzen. “Hayır, koymayalım. İçeride bir sürü yaşlı,
başlı, hacı hoca amca var ayıp olur.” Dedi Esra. “Ne olacak ki sanki” diye
ağzını büktü kuzeni.
Salonda isteme faslı
gerçekleşirken, Esra mutfaktaydı. Duymak istemiyordu konuşulanları. Annesiyle,
teyzesiyle göz göze gelmekten çekiniyordu. Şu fasıl da bitse de rahatlasak
diyordu içinden. Babası da lafı uzattıkça uzatıyordu. Sonra kuzenlerinden biri
“Baban seni verdi.” deyince çok rahatsız
oldu. Babasının onu vermesi değil de; kurulan bu cümle, ifade edilişi, dile
gelen söylenişi onu fazlasıyla ürpertti.
Neyse ki, isteme faslı
bitmiş; kahveler içilmişti. Bundan sonra ailelerin kaynaşması, fotoğraf çekimi
gibi işin eğlenceli kısmı başlamıştı. Esra’nın yüzünde güller açıyordu şimdi.
Hem sözlenmişti, hem de evini bırakıp gitmesi gerekmiyordu. Peki ya sonra ne
olacaktı?